Eleştirel sanatın Kürd çekirdeği-Mahmut Asık
- Ahmed Kaymak
- 20 Mar 2017
- 4 dakikada okunur

Sanat doğaya karşıttır; onu bozar ve ondan bağımsız onu yeniden kurar. Doğa pasif bir olgudur ve direnci sınırlıdır. Bu yüzden her canlı ve cansız varlık doğada yer alma ve yaşama imkanı bulur;çevreye katılarak onu kullanabilir. İnsan, doğa ile ilk kültürel çatışmasında sanata baş vurarak bu özgürlüğü etkin bir davranışa dönüştürmüştür.

Sanat, insanın kendisiyle beraber çevresini kuşatan çelişki ve çatışmaları ifade etmek için kullanılan ilk kültürel araç olmuştur. Tiyatro bu sanatsal araçların formlarından biridir. Bir ifade aracı olarak tiyatro, konuşmadan önce vardır; o bir davranış dili olarak sahnede bedeni bir bütün olarak kullanan tek doğal sanattır da.
***
İnsan, olayları; bireysel korku ve cesareti; sosyal kölelik ve özgürlüğü, tutku ve zaferi; doğal yazgı altındaki yaşam ve ölümü göstermek için ilk önce sanatın bu bedensel formunu kullanmıştır. Çamurdan ve tahtadan figürler ile işaret ve resim gibi görsel sanatlar, insanlık tarihinde en eski sanatsal enstrumanlar sırasında yer alırken, tiyatro bizi bunlardan daha uzak bir geçmişin sosyal ve kültürel formuna götürür. İnsanın toplumsallaşmasının ilk aracısı ve kurumu olan tiyatro doğadan kopuşumuzun da ilk kültürel formudur.
Bütün diğer sanat biçimleri sonradan gelir.
Tiyatro, sosyal yaşamın bir eğitim aracıydı da. Doğal topluluklar için yaşanmış veya öngörülen bir olayı gösteren vazgeçilmez canlı bir etkinlik olarak topluluk yaşamında önemli bir yer almaktaydı. Başarılı geçmiş bir av; grup işbirliğinin elde ettiği kesin üstünlük; işbirliğinde ihmal edilen işin grup ve topluluk için yol açtığı trajedi tiyatronun işlediği başlıca konulardı. Topluluk geliştikçe konular da daha bir çoğaldı ve tiyatro zenginleşti; özeli de işlemeye başladı: Bastırılmış duyguları, tabuları, özel hayatın ve bireyin mahrem tutkularını da sahneye taşıdı. Bir eğitim,eleştiri ve eğlence etkinliğine dönüştü; bu nitelikleriyle giderek sosyal hayatın bir parçası haline geldi.
Günümüzde bile tiyatro bize hala insanlığın o uzak geçmişteki macerasının tarihini hatırlatan ögelerle doludur. Mekan ve aktörler değişse de sahne aynı, oynayan insan hala aynı insandır...
***
Ne var ki, günümüzde kültürel bir ihtiyaç olarak tiyatronun bu nitelikteki işlevleri ya yok edilmiş veya oldukça geri bir plana itilmiştir. Her şeyin tüketilmek için yeniden üretildiği ve kar sağladığı bir çağda ve toplumlarda, tiyatro üçüncü sınıf bir tüketim unsuru olmuştur. Alıcısı, diğer tüketim ürünlerinin baskın talebi karşısında azalmıştır. Tiyatroya duyulan ihtiyaç yakında çıkacak bir İPHON kadar bile hissedilemez hale gelmiştir artık.
Tiyatroya ilgisi bu derece zayıflamış bir toplumla meta tüketimi alışkanlıklarının birer kölesi haline getirilen bireylerin oluşturduğu duyarsız bir kitle toplumu için tiyatroya gitmek bir boş zaman eğlencesidir. Sadece entelektüel elitlerin düşsel kurgularını tatmin eder!
İşte tam da bu noktada tiyatronun, sarsıcı etkisini hesaba katmak gerekiyor:
Tiyatro, alışılan sürgit duyarsızlığa bir itirazdır; canlı bir protestodur.
Bu son tavrıyla politik niteliğini de açığa vurur...
***
Mahmut Asık’ın yıllar önce yazdığı bir tiyatro oyununu okurken, bir çok yönden bir çok şey geçti kafamdan. Gösterdiği olgu içinde veya kısa bir diyalog cümlesinde geçen naif ama etkili kısa mesajlar duygu ve düşüncelerimi silkelemeyi başardı. Aslında bizim kuşağın kayıp yaşamını ele almıştı ve o kuşağın yaşadığı dönemlerde gösterilen hiçbir olayın dışında biri de değildim; ya içinde ya tanığı olarak... Oyun oradan kesitler aktarıyor, toplumsal idealleri paylaşan insanların çektikleri sıkıntılara dikkati çekiyordu. Çok değil, 0tuz kırk yıl önceki bir dünyaya bizi geri götürüyordu tekrar. Okurken, soruların zihinde ard arda oluşmasının önüne geçmek olanaksızdı: Bugün neredeyiz? Kendi geçmişimizden koparak içinde bulunduğumuz yabancılaşmayı nasıl açıklamak gerekir? İdeallerden yoksun, içi boş gündelik ilişkilerle hayal kurma fonksiyonları bile zaafa uğramış bir toplumda bir kenara itilivermiş olmak, acı duyulacak bir trajedi midir, yoksa bütün savrulmalara karşın onurlu bir duruşla hala inatla sürdürülen bir direnme midir gerekli olan?
Mahmut Asık, bu soruların cevabını sahnedeki oyuncular aracılığıyla seyirciye bırakıyor.
Bu kolaycılık değil, devrimci sanatın bir ilkesidir. Oyun da zaten devrimcileri, devrimci gençleri, yüzü yönü yaşama dönük, gözleri gülen çocukları anlatıyor!
Devrimci gençlerin idealistçe ilişkilerini, birbirlerine olan bağlılıkları ve sadakatlerini aptalca bir davranış biçimi olarak değerlendiren günümüz insanı için, bu beşeri unsurların bir değeri yok tabii ki. Tıka basa yiyen; insani değerleri sadece işlerine geldiği ölçüde kullanan; baskı ve zor karşısında her türlü koşula boyun eğen; çıktıkları sokakta veya caddede her an bir Yusuf ile bir Ferhat’la(*) karşılaşmaktan ödleri kopan kültürsüz ve sonradan görme lumpen burjuvalar için tiyatro aç ve sefil sanatçıların bir zihin bulandırma oyunudur. Bir getirisi, bir karı ve bu anlamda bir yararı yoktur.
Mahmut Asık’ın “ Ayakkabı Tamirhanesi” adlı oyununda, bunlara verilecek etkileyici cevaplar da var.
Yazar, bu cevapları yine kendisi doğrudan vermiyor. Okuyucuya ve en nihayetinde seyircinin yargısına bırakıyor.
***
Olaylar, Türkiye’de 1980’de Kurdistan’ın bir çok bölgesinde ilan edilen sıkıyönetim ve ardından TC Silahlı Kuvvetleri tarafından 12 Eylül 1980 yılında gerçekleştirilen faşist darbeden sonraki süreçlerde insanların karşılaştıkları uygulamaları kapsıyor.
Söz konusu süreçleri bir tiyatro eserine sığdırmak elbetteki çok zor işlerden biridir. Bu mümkün de değildir. Yazar da bu durumun farkındadır. Değişik bir bakış açısından eserini özgül olaylar ve ilişkilerle sınırlı tutarak böyle bir denemeye girişmiş olması, bu yöndeki kanımızla uyuşuyor.
***
Sonuç olarak, sanat ve tiyatro, bir toplum için her zaman ihtiyaç duyulan bir alandır. İnsanlık tarihinin ilk eğitim ve sosyalleşme aracı olan tiyatro aynı zamanda eleştirel bir fonksiyona da sahiptir.
Totaliter rejimlerde tiyatro ya yasaktır ya da maskaraca bir fonksiyonu yerine getirir.
Demokrasileri az buçuk gelişmiş toplumlarda ise eleştirel tiyatro ustalar ve oyuncularıyla verimli işlevini daha fazla ortaya koyma imkanı buluyor, bulmaktadır. Bu durum, tiyatro ve siyasi rejim biçimleri arasındaki gerilim ve ilişkinin diyalektik niteliğine de işaret ediyor.
***
Yıllarca bekletilen bu oyun da eleştirel bir bakış açısıyla yazılmış. Küçük bir dünyanın içinde büyük dünyalar kurma çabası oyun boyunca göze çarpan bir görünüm sergiliyor. Ufak tefek kopukluklar her tiyatro metninde vardır. Her oyun yazarı, her sanatçı eserini tamamladıktan sonra geriye mutlaka bir kusur bırakacağı endişesini de taşır. Bu endişe gerçektir ve ne yazık ki sanatın doğasında vardır: Kusursuz ve tamamlanmış hiç bir eser yoktur!
Eserindeki duyarlılığa bakıldığında Mahmut Asık'ın bu söylenenlerin farkında bir sanatçı olduğu rahatlıkla anlaşılabiliyor. Yaşama, insanlara ve topluma karşı umudunu kaybetmemiş olanlar, iyi ve daha güzel bir dünya için gerekli çabayı göstermekten kaçmazlar. Asık, bu insanlardan biri olduğunu sanatında açıkça gösteriyor. Umarız yazdığı eser okuyucuyla buluşup kısa sürede seyirci karşısına çıktığında bu bu kanı, daha geniş bir kesim tarafından kabul gören bir yargıya dönüşür.
O zaman, belki, herkes, Mahmut Asık'ı, eleştirel sanatın Kürd mahallesindeki, patlamak üzere olan, dolgun çekirdeklerinden biri olduğunu daha çabuk görür ve kabul eder.
(*) Yazarın eserinde adı geçen iki karekter..
コメント